Makaleler

"Tarih bir anlamda halkların kutsal kitabıdır"
M.İ. Karamzin

Biruni ve Zamanı

12.07.2014
4 Eylül 973 yılında Batı Harezm’in başkenti Kat şehrine[1]bağlı bir köyünde veya bizzat başkentin bir kenar mahallesinde, muhtemelen fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bir bebeğin, yıllar sonra adını tarihe altın harflerle kazıttıracak, allâmeler allâmesi, üstatlar üstadı olacağını o zamanlar kimse tahmin bile edemezdi. Batı dillerinde Alberuni veya Üstad Aliboron şeklinde geçen, Türk ve İslam dünyasında kısa adıyla “Birûnî” olarak bilinen Ebû Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Birûnî’den başkası değildi bu çocuk. Ondan yedi yıl sonra da Kanun adlı eseri altı asır boyunca Avrupa’da ders kitabı olarak okutulan ve Avicenne diye tanınan İbni Sina dünyaya gelecek; bu iki altın insan, hem içinde yaşadıkları bölgeyi, hem de dünyayı aydınlatacak, ama her ikisi de cahil ve kültürsüz hükümdarların hışmına çarpılacak veya adeta tutsakları olacaklardı.

Birûnî’nin hayatı hakkında esasen bildiklerimiz çok fazla değildir. İsmine baktığımızda babasının Ahmed adında birisi olduğu anlaşılıyor. Annesinin adı ve kimliği ise belli değil. Babasının ne iş yaptığı da bilinmiyor. Bir tacir veya bir çiftçi yahut bir devlet memuru olma ihtimali yüksek. Ama Birûnî yıllar sonra yazdığı bir şiirinde “Babamı tanımadım ki, dedemin kim olduğunu bileyim” dediğine göre, babası ya Birûnî’nin doğumundan kısa süre sonra ölmüş veya henüz doğmadan önce ölmüştür. Çünkü bazı kaynaklarda anasının çölden “saksavul” ağacı toplayıp satarak oğlunu büyüttüğünden söz edilmektedir. Hatta Birûnî’nin bizzat kendisi,

اني ابو لهب شيـخ بلا ادب نعم و والدتي حمـالة الحـطب

Terbiyesiz ihtiyar Ebû Leheb gibiyim ben Odun taşıyan[2]bir kadındı annem de zaten

demektedir.

Birûnî’nin ilk eğitimini nasıl ve kimlerden aldığı konusunda hiçbir kayıt yok. İlk hocasının adı bilinmeyen bir Hıristiyan olduğu şeklindeki kayıttan,[3]- çünkü daha sonraki Hıristiyan hocasının adı bilinmektedir, - o kişinin Birûnî’ye okuma yazma öğreten kişi olduğu sonucu çıkarılabilir. Bununla birlikte kimi kayıtlarda astronom ve matematikçi Ebû Nasr el-Mansur’dan ve Hıristiyan İsa b. Yahya el-Mesihî’den ders aldığı belirtilmektedir. Fakat bugünkü dille ifade edecek olursak “bir ansiklopedist” olan Birûnî’nin derya gibi bilgileri yalnızca iki hocadan iktisap ettiğini düşünmek yanlış olur. Belki başka kişilerden de ders almıştır, ama onların kimliğini maalesef bilmiyoruz.

Birûnî’nin yaşadığı dönemde elyazması eserler çok pahalı olduğu için, gençlik yıllarını sıkıntıyla geçiren ve baba desteğinden mahrum olan bir delikanlının bu kadar çok eseri gözden geçirmesi için onları bulabileceği bir kütüphanenin müdavimi olması gerekirdi. O dönemlerde kütüphane yalnızca hükümdarların ve prenslerin saraylarında vardı. Elyazması eserlerin orijinal nüshaları da oralarda bulunurdu. Çünkü bir âlimin veya şairin yazdığı eseri önce “velinimeti” durumundaki hükümdara veya himayesine girdiği prense ithaf etmesi bir gelenek halini almıştı. Zaten Birûnî’nin de “çocukluk döneminde yani henüz tam delikanlılık çağına girmediği günlerde saraya şifalı otlar ve ilaçlar getiren yaşlı bir Türkmen doktordan” söz etmesi,[4]onun sarayla ve saray kütüphanesiyle temas halinde olduğunu göstermektedir. Büyük ihtimalle hocalarından olan Ebû Nasr el-Mansur b. Ali b. Irâk’ın sarayla iç içe olması ona saray kütüphanesine giden yolu açmıştır.[5]Öbür türlü meteliksiz bir gencin bu kadar kitabı bulup tetkik etmesi mümkün değildir.

Birûnî 22 yaşına bastığı sıralarda Batı Harezm Doğu Harezm’in saldırısına uğramış ve Batı Harezm hanedanının varlığı ortadan kalkmıştır ki, Birûnî’nin korkulu, endişeli ve çileli günlerinin de başlangıcı olmuştur. Çünkü bir hanedanı ortadan kaldıran rakip hanedanın yapacağı ilk iş, saray ehlini ve sarayla iç içe olanları ortadan kaldırmaktı. Böylece Harezm’i terk eden Birûnî, bir süre gizlenmek zorunda kalmış, kendisine yeni bir yurt aramaya başlamış; bir ara şansını Tahran civarındaki Rey şehrinde Büveyhîler yanında denemeye kalkışmış, ama onlarla beyhude vakit geçirdiğini anlaması uzun sürmemiştir. Çünkü Büveyhîler dağlı bir hanedan olarak ilme ve ilim adamlarına değer verecek kabiliyette insanlar değillerdi. Bu yüzden Birûnî, fazla vakit kaybetmeden Curcan’da Şemsü’l-Meâlî Kâbûs b. Veşmgir’e sığınmış ve yaklaşık altı yılını onun sarayında geçirmiştir. Bazıları eserlerinin ilki olan “El-Âsâr el-Bâqıye”yi yani elinizdeki eserini burada yazıp Veşmgir’e ithaf ettiğini söylerlerse de bu doğru değildir. Çünkü hiçbir yazar aylar veya yıllar sonra kaleme alacağı eserlere atıfta bulunamaz. Halbuki Birûnî bu eserinde “bu konuda daha önce filan kitabımızda bilgi vermiştik” veya “bu konuda benim filan eserime bakılabilir” diyerek sekiz eserinin ismini vermektedir ki, bundan da El-Âsâr el-Bâqıye”nin onun dokuzuncu eseri olduğu anlaşılmaktadır. Hatta belki on beşinci veya yirminci eseri idi. Bunu bilmek mümkün değil. Çünkü kendisi eserlerinin listeni verdiği mektubunda “Şunu da bilmen gerekir ki, saydığım kitapların dışında gençlik dönemimde yazdığım, ama daha sonra daha geniş bilgi sahibi olduğum eserlerim de vardır. Onları asla atmadım ve küçümsemedim. Çünkü onların tamamı benim çocuklarımdır. İnsanların büyük bir çoğunluğu kendi çocuklarının ve aile efradının meftunudur” demektedir ki, bundan elinizdeki eserde adlarını zikrettiklerinin dışında zikretmeye gerek görmediği bazı eser ve risalelerin “El-Âsâr el-Baqıye”den önce yazılmış olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir.

Birûnî, Kâbûs’un Büveyhîlerin saldırısı sonucu tahtını terk edip Sâmânîlere sığınması üzerine, henüz 30 yaşındayken 1003 veya 1004 yılları arasında tekrar Harezm’e dönmüş ve Harezmşah Memun b. Memun’un açtığı medresede ders vermeye başlamıştır. Şeyhurreis İbni Sina ve meşhur Arap tarihçisi İbni Miskaveyh de aynı medresede ders vermekteydi. İşte Birûnî’nin yaşça kendisinden küçük olan İbni Sina’yla tanışması da bu vesileyle olmuştur. Birûnî, Harezm’in Gazne sultanı Mahmud tarafından 1017 tarihinde fethine kadar Harezmşah’ın himayesinde kalmıştır.

Birçok kaynakta onun hayatını yalnızca ilimle uğraşarak geçirdiği söylenirse de, bu doğru değildir. Birûnî, Me’mun b. Me’mun öldürülünceye kadar devlet işleriyle uğraşmış, ona danışmanlık yapmış, saltanat entrikalarına şahit olmuştur. Nitekim kendisi “El-Müsamere fî Ahbâr Havarizm” adlı eserinde buna işaret etmekte “Ama vatanımda devlet işlerine karışmak zorunda kaldım. Bunun için budalalar beni kıskanırken, bilgeler halime acıdı” demektedir. Birûnî’nin sözü edilen bu eseri, daha sonra Ebu’l Fazl el-Beyhakî tarafından meşhur eserinde Harezmşahları anlatırken faydalandığı yegane kaynaktı. (Daha aşağıya bkz.)

Bazı kaynaklarda Birûnî’nin Harezm’in Gazneliler tarafından fethinden sonra Hindistan’a gidip yaklaşık on yılını orada geçirdiği, döndükten sonra Sultan Mahmud tarafından Gazne’de alıkonulduğu ve 44 yaşında Gazne sarayının hizmetine girdiği belirtilmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü Birûnî’nin Hindistan hakkında yazdığı eserlerin telif tarihiyle örtüşmemektedir. Gazneli Mahmud tarafından Hindistan’a düzenlenen seferler sırasında maiyette götürülüp tercüman olarak kullanıldığını göz önünde tutarsak, onun Gazne sarayının hizmetine girmesinden daha doğrusu girmek zorunda bırakılmasından önce Sanskritçeyi öğrenmiş olduğunu varsaymamız gerekiyor.

Gönülsüz de olsa Gazneli Mahmud’un himayesine girmesi, Birûnî’nin hayatında yeni bir sayfanın açılması demekti. Çünkü önünde büyük bir kapı açılmıştı. Sultan Mahmud, kendisi cahil bir hükümdar olmakla birlikte, âlimlerin ve şairlerin kadrini ölçebilen bir kişiydi. Zaten geleceğin hükümdarı veliaht Şehzâde Mesud’un eğitimini de Birûnî’ye havale etmişti. Nitekim daha sonra Sultan Mesud ve oğlu Mevdud Birûnî’ye saygıda kusur göstermeyeceklerdi.

Birûnî, Karahanlıları pek sevmezdi; Gazneli Mahmud’u yani Gaznelileri de pek sevdiği söylenemez. Çünkü hem Karahanlılar ve hem de Gazneliler aslen Türklerin Karluk boyundandı. Bu dahi onun Peçenek veya Oğuzlardan olduğu konusunda bir karine teşkil edebilir. Öyle veya böyle, Birûnî, Gaznelilerin himayesine girdiği tarihten itibaren istikrarlı bir hayata kavuşmuş, eserlerinin çok büyük bir kısmını onların saltanatı döneminde yazmış; madenlerin özgül ağırlıklarının bulunmasıyla ilgili keşfini onlar zamanında gerçekleştirmiş; rasathanesini onlar döneminde geliştirmiş ve ekonomik yönden bir sıkıntı çekmediği gibi, kaynak yani ilmi eserler temin etme konusunda da bir zorluk yaşamamıştır.

Birûnî’nin bilim adamları ve halk arasındaki lâkabı “üstad”dı. Fakat onun Gaznelilerin himayesine girdiği dönemlerde, doğduğu Afşane köyünü yakıp kül ettiği, kütüphanesini ateşe verdiği için Gazneli Mahmud’a düşmanlık besleyen ve onun davetine icabet etmemek için köşe bucak kaçıp saklanan, “Şeyhurreis” lâkaplı İbni Sina ile Harezm’in Gaznelilerin eline düşüşüyle birlikte yolları ayrılmış, ama mektuplaşarak haberleşmeyi sürdürmüş, ilmi münazaralarını mektup teatisiyle devam ettirmişlerdir. Bununla birlikte zamanın iki güneşi, iki kadirdânı arasındaki mektuplaşmalar pek de samimi bir hava içinde geçmiyor; karşılıklı acı tenkitler bu yazışmaların özünü teşkil ediyordu. Aslında bunları o dönemin iki ordinarius profesörünün akademik polemikleri olarak kabul etmek gerekir. Birûnî, İbni Sina ve Gazneli Mahmud dönemini, ilimle saltanatın, kılıçla kalemin mücadelesini en iyi yansıtan tarihi roman, merhum Özbek yazar Adil Yakubov’un “Köhne Dünya” adlı romanıdır.[6]

Üstad’ın ölüm tarihi konusunda bazı ihtilaflar var ise de, 79 veya 81 yaşındayken, Gazneli Devleti’nin son nefesini vermek üzere olduğu günlerde dünya ile vedalaştığı bilinmektedir. Ama ölüm tarihi kesinlikle Gazneli Mahmud’dan sonradır.

Birûnî’nin Etnik Mensubiyeti

Önemli tarihi kişileri, büyük kumandanları, bilim adamlarını, şairleri sahiplenmek, onları kendi halkından sayarak gururlanmak, yalnızca içinde bulunduğumuz günlerin değil, geçmişteki halkların da iflah olmaz hastalıklarından biridir. Bu yüzdendir ki, Birûnî Perslere göre Pers yani Acem, Türklere göre Türk, onu Türklere yakıştıramayan bazı garazkâr Kürtçülere göre[7]Soğd asıllıdır. Avrupalı bilim adamlarının çoğu da - muhtemelen Türklere duydukları antipati sebebiyle, - Birûnî’yi Pers asıllı gösterirler.

Geçmiş dönemlerde yaşamış sıradan bir insan, isterse bir hükümdar veya bir şair yahut bir ilim adamı vs. her kim olursa olsun, onun etnik mensubiyeti hakkında hüküm verebilmek için bazı kriterlerin göz önünde tutulması gerekir.

a) Ya söz konusu kişi, kendi dilinden veya kaleminden etnik mensubiyetini tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde açık bir surette belirtmiş olmalı;

b) Ya çok güvenilir bir veya birkaç kaynakta bu hususa işaret edilmeli;

c) Ya da söz konusu kişinin etnik mensubiyetiyle ilgili verilerin ağırlık yönü göz önünde bulundurulmalıdır.

Doğrudur; gerek elinizdeki bu eserde ve gerekse diğer eserlerinde Birûnî, kendi etnik mensubiyeti hakkında herhangi bir sarih ifade kullanmamıştır. Daha doğrusu, bugüne kadar bulunan 20 civarındaki eserinde bu konuda açık bir tanımlama yoktur. Halbuki Birûnî’nin 180 civarında eseri olduğu bilinmektedir ve belki bu kayıp eserleri bulunmuş olsaydı, muhtemelen birinde etnik mensubiyeti konusunda sarih bir kayıt düşmüş olabilirdi.

Yazımızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi, Birûnî, yazdığı bir şiirde

وذاكرا في قــوافي شعـره حسبي و لســت والله حقــا عـارفــا نســبي

اذ لست اعـرف جدي حق معرفة و كيف اعـرف جدي اذ جهلت ابي

Şiirini dizelerimde bildiğimce yad ederken Vallahi bilmiyorum kimim ben gerçekten Çünkü bilmiyorum ki kimdir benim dedem Dedemi nasıl bilirim, babamı tanımamışken

diyerek, etnik kimliği konusunu muğlak bırakmaktadır. Ama bazılarının iddia ettiği gibi onun Pers veya Harezmli olduğu iddiası yine bizzat Birûnî’nin eserlerinde Persler ve Harezmliler hakkında söylediği sözlerle çürütülmektedir.

Doğrudur; Birûnî’nin doğup büyüdüğü, ilk gençlik çağlarını geçirdiği dönemde şimdiki Harezm’de İranlıların bir tür uzantısı olan eski Harezmliler yaşıyorlardı, ama bir yandan Peçenekler, bir yandan Guzlar ve diğer yandan Kaylar veya Kayılar bölgeye çoktan sokulmuşlardı ve özellikle Birûnî’nin doğduğu dönemde Batı Harezm’in başkenti olan Kat şehri Peçeneklerin hakimiyeti altındaydı. Gerçi Z. V. Togan bunu emin olmadığı için açık bir dille ifade etmese de, Birûnî’nin Peçenek asıllı olduğuna telmihte bulunmaktadır.[8]Çünkü eserlerinde kullandığı Türkçe kelimeler (örneğin, ısı, tengiz, hız, ovbaş vs.) Peçenek ve Oğuz lehçesindeki müşterek kelimelerdir.

Birûnî’nin Acem ve Soğd asıllı olmadığının ikinci bir delili, kitaplarında Soğdiyanlardan bahsederken kendi etnik mensubiyetiyle ilgili bir not düşmemesi; Acemlerden söz ederken “Farsça övülmektense, Arapça küfredilmeyi tercih ederim” demesidir.[9]Kaldı ki Birûnî, “benim ana dilim ilim dili değildi; Farsça eski Pers hükümdarlarının efsanevi masallarını anlatmak için kullanılmaya yarayan bir dildir; bu yüzden eserlerimi ilim dili olan Arapçayla yazdım” diyerek Pers ve Harezmli olmadığını ortaya koymaktadır. Arapçayı bu kadar el üstünde tutmasına rağmen, elinizdeki eseri incelediğinizde göreceğiniz gibi, yeri geldiğinde Arap yazarları da yerden yere vurmaktan kaçınmamıştır ve üstelik bugüne kadar kimse de onun Arap asıllı olduğunu iddia etmemiştir. Kaldı ki kendisi de Arapça ve Farsçayı sonradan öğrendiğini belirtmektedir. Bu durumda onun eserlerini İngilizceye çeviren Ed. Sachau’nun Pers milli duygularıyla yoğrulduğu için Arapları hiç sevmediği[10], Muhammed Kazvinî’nin iddia ettiği gibi İran’a mensup olan her şeyi seven, hatta onlara iradesine hakim olamayacak derecede âşık halis bir İran milliyetçisi olduğu[11]şeklindeki sözler bizzat yazarın eserlerinde kullandığı ifadelerle çürütülmektedir.

Demek ki, Birûnî, Soğd asıllı değildi. Harezmlileri Perslerin bir şubesi olarak nitelediğine göre Harezmli de değildi. Acemlere karşı tutumundan dolayı onu Pers kökenli saymak zaten mümkün değil. Arapların onunla ilgili bir iddiası olmadığına göre, geriye tek bir ihtimal kalıyor ki, o da Birûnî’nin Türk asıllı olduğudur. Çünkü o dönemde o bölgede bu saydıklarımız dışında yaşayan başka bir halk yoktu. Soğdiyanlar Göktürklerden itibaren tarih kitaplarında pek zikredilmezler. Araplar vaktiyle o bölgeyi fethetmekle birlikte etnik bir varlıkları söz konusu değildir. Türklerin gelişiyle birlikte Acemler geriye doğru atılmış, eski Harezmliler de hızlı bir şekilde erimişlerdir. Dolayısıyla Birûnî’nin mensup olabileceği tek halk Türkler kalmaktadır. Türk olduktan sonra Peçenek veya Oğuz veya Kay yahut Kayı veyahut Kıpçak olmasının pek de bir önemi yoktur. Tüm bunlara rağmen, bağnazlığı bir yana bırakırsak, hakim halklar arasında başka azınlıkların koloni halinde varlığını devam ettirdiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Birûnî’nin Türklerin dışında başka bir halka mensup olması da elbette mümkün; ama gerek kendi ifadelerinden ve gerekse tarihî kronolojiden anladığımız kadarıyla onun etnik kökenini Türklerden başka bir halka bağlamanın mantıklı bir izahı yok gibi görünüyor.

Birûnî mi, Beyrûnî mi?

Dilimizde yaygın biçimde Birûnî şeklinde yazılan bu ismin doğrusunun Beyrûnî olduğu ileri sürülmekte, buna delil olarak da Z. V. Togan tarafından bulunup tanıtılan Tahdid Nihâyâti’l Emâkin (Coğrafi Sınırların Tespiti) adlı elyazması eserin başında kelimenin “Beyrûnî” şeklinde harekelendiği belirtilmektedir.[12]Yine Aydın Sayılı’nın kaydına göre eser Birûnî’nin henüz hayatta olduğu yıllarda istinsah edilmiştir ve muhtemelen Birûnî’nin kendi hattı değildir. Birûn sözcüğünün o yıllarda beyrûn şeklinde telaffuz edildiği de ileri sürülmektedir ki, imkan haricinde değildir. Çünkü tüm halkların dillerinde kelimelerin söyleniş ve yazılışları zaman içinde değişikliklere uğrar. Örneğin daha önce “eczahane” şeklinde yazdığımız kelimeyi şimdi “eczane” olarak yazıyoruz. Nitekim daha önce adı Havarizm olan bölgeye bugün Harezm diyoruz. Belki de Farsça aslı “beyrun” olan kelime zaman içinde “birûn” şeklini almıştır.

Yakut el-Hamevî, Mûcem el-Udebâ adlı eserinde şöyle der: “Onun adı Muhammed b. Ahmed Ebu’r-Reyhan el-Beyrûnî el-Havarizmî’dir. Beyrûnî demek “berranî” (dışarıdaki) demektir. Çünkü ‘beyrûn’un Farsçadaki anlamı budur. Bazı ileri gelenlere Birûnî’yi sorduğumda “Onun Havarizm’de çok az kaldığını, Havarizm halkının gurbete gidenlere, gariplere ‘beyrûnî’ dediğini” anlattılar. Ama sanıyorum şehir dışında yaşayanlardan olduğu için böyle denilmiştir.”[13]

Daha da tuhafı, aynı “birûn” kelimesinin Osmanlı nüfus kayıt defterlerinde kullanılmış olmasıdır. Diyelim bir köyde filan aşirete mensup insanlar oturuyorsa ve aralarında bir veya iki yabancı aile varsa, bunlar deftere “birûn” yani ‘yabancı’ kelimesiyle kaydedilmekteydi. Kaldı ki aynı kelime Osmanlı Devleti’nin idari teşkilatında Tanzimat’a kadar kullanılmış bir tabirdir. Osmanlı’da sarayda görev alanlara Enderun, devlet yönetiminde görev alanlara ‘Birûnî’ denilmiştir. Birûnîların en büyüğü sadrazamdır vs..

Şu halde bu kelimenin ilk önceleri “beyrûn” şeklinde kullanılırken, daha sonraları “birûn” şeklini aldığı söylenebilir ve her iki şekilde yazılışı da doğru kabul edilir.

Birûnî’nin eserleri ve dili

Bildiğimiz kadarıyla Birûnî tüm eserlerini Arapça yazmış, bunlardan yalnız bir tanesini “Kitabu’t-tefhim”i bizzat kendisi Farsçaya çevirmiştir. Yazarın eserlerine geçmeden önce, kullandığı Arapça üzerinde biraz durmak gerekir. Elinizdeki kitabın âcizâne çevirmeni olarak Birûnî’nin El-Kanûn el-Mesudî, el-Âsâr el-Bâqıye veKitab Mâ Li’l-Hind’i orijinallerinden, İndia ve Kitabu’t-tefhim’i ise - elimde olmadığı için, - Rusça ve İngilizce çevirilerinden dikkatli bir şekilde inceledim.

Şunu diyebilirim ki, bir insan anadili olmayan bir dilde kitap yazıyorsa, o dili ne kadar iyi bilirse bilsin, mutlaka hatalar yapar ve ifade zorlukları çeker. Kargaya kendi yavrusu zümrüt-ü anka gibi görünürmüş sözünde olduğu gibi, anadilinin dışında başka bir dilde kitap yazan kişiler, genellikle kendi yazdıklarını çok doğru zannederler, ama söz gelimi kitap Arapça yazılmışsa, bir Arap onu okurken, kahkaha atmasa da, bıyık altından güler. Vaktiyle Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’dayken kaleme aldığı dört ciltlik “Mevakıf el-Akl…” adlı eserinin bir bölümünü Türkçeye çevirirken, “Böyle de Arapça mı olurmuş!” diyerek, hatta sinkaflı sözler sarf ederek kitabı birkaç kez duvara fırlattığımı, affınıza sığınarak, itiraf etmiş olayım. Kaldı ki, çoğumuz Türkçeyi konuşurken güzel konuşmamıza rağmen, elimize kalem aldığımızda birçok hatalar yaparız. Ahmet Rasim’in “beyaz kağıt beni korkutuyor..” sözü tevekkeli söylenmiş bir söz değildi. Mesela merhum Prof. Muhammed Hamidullah, yıllarını Fransa’da geçirmesine ve Kur’an-ı Kerim’i Fransızca’ya çevirmesine rağmen, yazdığı bir eseri mutlaka Fransız bir dostundan gözden geçirmesini, dil hatalarını düzeltmesini istermiş.

Evet, Birûnî’nin Arapçası akıcı ve tannan bir Arapça değil. Bununla birlikte El-Âsâr el-Bâqiye’sinde kullandığı dil ile yıllar sonra yazdığı El-Kanûn el-Mesudî’de kullandığı dil arasında bariz farklar vardır ve iyiye doğru bir gelişme gözlenmektedir. Başta Z. V. Togan olmak üzere birçoklarının ifade ettiği üzere, Birûnî’nin kullandığı dildeki “garaibat” eserlerinin zevkle okunmasını engellediği gibi, kişiyi pek çok cümleyi birkaç kez okumak, bazen üzerinde derin derin düşünmek, bazen “hele biraz daha okuyayım, belki aşağı kısımlarda ne demek istediğini daha iyi anlarım” demek zorunda bırakmaktadır. Nitekim onun birkaç eserini İngilizceye çeviren Prof. Ed. Sachau da şöyle der: “Klasik bir filolog, incelediği metni tam olarak anlayamasa dahi, Yunanca bir metni doğru olarak tetkik edebilir. Ama bir Arap dili uzmanı bunu yapamaz. Çünkü elyazması bir eserin müellifinin demek istediğinin 4/3 nü anlayacak, dörtte birini ise kendi bilgisi ve konuya hakimiyetine dayanarak çıkaracaktır.”[14]

Birûnî’nin eserlerine gelince, yapılan tespitlere göre irili ufaklı 180 eser kaleme almış ve 13 000 sayfa[15](o da asgari olarak) yazmıştır ki, ilk eserini - tahminen - 25 yaşında yazdığını var sayar ve 81 yaşında vefat ettiğini göz önünde bulundurursak, her gün ortalama iki varak yazı yazdığı ortaya çıkacaktır. Birûnî, hiç evlenmemiş, hayatını bekar olarak tamamlamış; “elinden kalem hiç düşmemiş, başını kitap okumaktan hiç kaldırmamış ve dışarıya yılda sadece iki kez, biri Nevruz’da, diğeri Mihrecan şenliğinde, ihsan elde etmek ve mürekkep almak için çıkmıştır.”[16]

Ne yazık ki “üstad”ın yazdığı kitaplardan çok ama çok büyük bir kısmı günümüze yetip gelmemiştir. Bugüne kadar bulunabilenlerin sayısı 20 kadardır. Geriye kalanları ya zayi olmuştur, ya da bilmem hangi kütüphanenin tozlu raflarında kendilerini keşfedip gün ışığına çıkartacak ilim ehlinin himmetli gayretlerini beklemektedir. Bulunan eserlerin de tamamı tahkik edilip yayınlanmış değildir. Z. V. Togan’ın üstadın kitaplarıyla ilgili değerlendirme yazısı ve Ed. Sachau’nun El-Âsâr el-Baqıye’ye koyduğu “fihristi” orijinalleriyle birlikte kitabın sonunda kaynakça kısmında verilecektir. Ben en ziyade onun “Tahzîr min kıbel et-Türk” (Türklerden Gelecek Tehlike Konusunda Uyarı) adlı kitabını bulmak ve yayınlamak isterdim. Eğer bir gün bu kitabı bulunacak olursa, şimdiden okuyuculara onu mutlaka çevirip yayınlayacağıma söz veriyorum. Muhtemelen o sıralar Karahanlıların nüfuslarının artması ve giderek güçlenmeleri, bu arada Kıpçakların, Kayların ve Oğuzların bölgeye sokulmaları Harezmlileri ve Gaznelileri endişelendiriyordu. Muhtemelen Birûnî bunu bir “Türk istilası” olarak değerlendirmiştir. Diğerlerinden farklı olarak Jacques Boilot’un “Birûnî’nin yapıtları arasında birkaç tane roman da vardır. Ne yazık ki bunlar ele geçirilemedi. Birinin adı Bamian’ın İki Putu’dur ve Afganistan’da bir dağın dik yamacındaki kayalara oyulmuş bir kadın ve bir erkek iki Budist heykeli konu edinmiştir” derken,[17]üstadın roman da yazdığı bilgisini nereden edindiğini belirtmemektedir. Gerçi onun Şerhu Divanı Ebî Temam adlı bir eser yazarak bu filozof şairin eserini şerh ettiğini, Muhtâru’l Eş’âr ve’l-Âsâr adında bir kitap yazdığını ve arada bir şiir de karaladığını biliyoruz, ama romancılıkla uğraştığını bilmiyoruz. Çünkü kendi eliyle hazırladığı kitap listesinde Bamian’ın İki Putu yer almaktadır, ama onun roman olup olmadığı konusunda herhangi bir işaret yok. Üstelik bulunmayan ve inceleme imkanı olmayan bir eserin roman olduğunu söylemek için herhalde insanın müneccim olması gerekir.

Üstadın eserleri, konuları itibariyle değişik meseleleri ele almakla birlikte, ancak seçkin (elit) tabakaya hitap eden eserler olduğu için, avam arasında pek rağbet görmemiştir. Zamanının ordinaryus profesörü durumundaki bir kişinin sıradan insanlar için eser yazması veya sıradan insanların da onun yazdıklarını anlamaları zaten düşünülemezdi. “Yazdığı kitapların bazılarının bir çok hesaplar ve büyük emekler sonucunda tertiplenmiş cetvelleri ve kendi zamanında bile ulaşılması güç ayrıntılı yöresel bilgileri ihtiva etmesine karşılık, eserlerinin bir kısmı da Çin porseleninden Germenlerde demirciliğe kadar, yahut da Musevilerle Hintliler ve Soğdlular gibi bir çok kavimlerin takvimleri ve kutsal günleriyle bayramları, ya da çeşitli dil ve mahalli lehçelerde özel konulara ilişkin olarak kullanılan terimler gibi mütenevvi konuları ve olgu bilgilerini kapsamaktadır.”[18]

Ancak, burada iki nokta üzerinde durmak gerekiyor. Birincisi, çok kitap yazan yazarların hemen tamamında görüldüğü gibi, Birûnî’de de tekrarlar bir hayli fazladır. Bir örnek vermek gerekirse, çeşitli halkların kronolojileri, bayramları, festivalleri, ibadetleri vs. ile ilgili olarak elinizdeki eserde anlattıkları şeylerin hemen hemen tamamını, çok az farkla El-Kanun el-Mesudî’de bulabilirsiniz. Çok kitap yazan insanların kaçınılmaz kaderi budur ve bunun istisnası da yoktur. Çünkü eline kalem almadan çok şeyler anlatan ve çok şeyler bildiğini zannedenler, bunu beyaz kağıda dökmeye kalktıklarında bir süre sonra sepetteki pamukların tükendiğini göreceklerdir. İşte o anda, ya önceki eserlerine atıflar başlamakta, ya da kes-yapıştır usulü devreye girmektedir.

İşaret edilmesi gereken ikinci husus, eski dönem yazarlarının hemen tamamında görülen iflah olmaz derecede “konunun dışına çıkma” ve “ne bulursa bir torba içine doldurma” hastalığıdır. Bunun sebebi, muhtemelen eski dönemlerde metodoloji denilen şeyin bilinmemesidir. Belki bildiklerini okuyucuyla cömertçe paylaşma arzusu, hasislikten uzak durma gayreti de bunda rol oynamıştır.

Mesela Mesudî Kafkas halklarını anlatırken Alanlar, onların komşuları Keşekler’den bahsetmekte, fakat birden kelalâka bir konuya, maymunlara, yılanlara ve kunduzlara geçmekte ve onlarla ilgili uzun uzun bir şeyler anlattıktan sonra “Sanırım konumuzdan yeterinden fazla uzaklaştık” demektedir. Benzeri bir durum Birûnî’nin eserleri için de geçerlidir.

Birûnî’nin eserlerinde verdiği bilgilerden, onun çeşitli bilim dallarında ileri derecede bilgi sahibi olduğu anlaşılıyor. Buna göre Birûnî’yi bir “filozof, matematikçi, astronom, fizikçi, jeolog, coğrafyacı, tarihçi, farmakolog ve edebiyatçı” kişiliği ile ön plana çıkarabiliriz. Bunlar içinde en zayıf olduğu sahanın edebiyat ve şiir dalı olduğunu da belirtmek gerekir. Zaten çok az sayıda elimize ulaşan bazı şiirlerinden, amatörce şiir yazdığı söylenebilir. O yüzden üstadın bu yönü üzerinde hiç durmayacağız.

Üstadın eserlerinin diğer bilim dalları açısından değerlendirmesini ise Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın “Doğumunun 1000. Yılında Beyrûnî” adlı makalesinden[19]alıntı yaparak aktaracağız:

“Beyrûnî matematiğin özellikle trigonometri dalında etraflı araştırmalar yapmış ve yeni teoremler gibi ayrıntı bilgisine ilişkin somut buluşlarıyla bu konuyu zenginleştirdiği gibi, trigonometrinin temel kavramları üzerinde de durmuş ve âdeta gününün bilgi düzeyi üzerine çıkarak birkaç asır hakkıyla takdil edilemeyen katkılarıyla trigonometriye yeni bir yön vermiştir.

“Beyrûnî, trigonometri fonksiyonlarının birer oran ve sayı niteliğinde olduklarına dikkat çekmiş, trigonometrik fonksiyonlarda son yüzyıllarda yapıldığı gibi yarıçapın bir birim uzunlukta kabul edilmesini önermiş ve bilinen sinüs ile kosinüs ve tanjant fonksiyonlarına sekant, kosekant ve kotanjant fonksiyonlarını eklemiştir. Bu fonksiyonlar İslam dünyasında pek kullanılmamışsa da Avrupa’da on birinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren rağbet görmeye başlamıştır. Bu katkılarında Beyrûnî’nin özellikle Buzcanlı Ebu’l Vefa ile ortak yönleri vardır.

“Kronoloji ve takvim konularında Beyrûnî bütün İslam dünyası bilim adamları arasında en ayrıntılı ve en geniş kapsamlı eserin yazarı olarak karşımıza çıkıyor. Fevkalade geniş bir programla kaleme alınmış olan ve Beyrûnî’nin gençlik eserleri arasında bulunan El-Asâru’l-Baqiye ‘ani’l-Kurûni’l-Hâliye yalnız Beyrûnî’nin etkin bilimsel tecessüsünün bir anıtı mesabesinde olmakla kalmamakta, günümüz için bu konuda olağanüstü önemde bir kaynak vasfını da taşımaktadır. Beyrûnî bu kitabında, çok zaman, unutulma ve terk edilme durumunda olan birçok materyalı doğru bir şekilde tespit etmeye çalışmış ve bu konuyu sadece objektif bir şekilde incelemekle kalmayarak birçok ayrıntı hesapların yapımlısını gerektiren büyük emeklerle konu üzerine eğilmiştir. Kitabın konusu, tabiatıyla, Beyrûnî’nin aynı zamanda çeşitli medeniyet ve kültürlerle ve birçok kavimlerin dilleriyle temasa gelmesini gerektirmiştir.

“Astronomi konusunda ana yapıtı olan El-Kanunu’l-Mes’ûdî’si zamanımıza intikal etmiş olmakla beraber, bu konudaki eserlerinin büyük bir kısmı kayıptır. Herhalde, Beyrûnî’nin İslam dünyasının en kalburüstü astronomlarından biri olduğu şüphe götürmez. Beyrûnî’nin yerküresine günlük bir hareket tanıma düşüncesi üzerinde durmuş olması da ilgi çekicidir. Bu özel konuda bir monograf kaleme almış olduğu da bilinmektedir. Bu eser maalesef zamanımıza kadar gelmemiştir. Mamafih, El-Kanunu’l-Mes’ûdî’sinden anlaşıldığına göre, uzun süre kesinlikle reddetmediği yerin günlük hareketi tezini, belki de neticede, yerküresinin boyutu hesaba katılınca böyle bir hareketin yeryüzünde meydana getireceği hızın büyüklüğünü dikkate alarak yadırgamış, yerküresinin değil de göklerin döndüğü görüşünü benimsemeye karar vermiştir.

“Astronomi rasatları genellikle açı ölçüsüne dayandığından, alet boyutlarının büyütülmesiyle, açı ölçülerini veren yaylar büyümüş ve bu yayların daha ince taksimat çizgileriyle işaretlenmesi mümkün olmuş oluyordu. Fakat bu büyük ve bazen dev cüsseli aletlerden alınan sonuçlar arada bir hayal kırıcı olmaktaydı … Beyrûnî, aletlerin boyutlarını büyütme işleminden bağımsız olarak bunların hassaslıklarını artırma yollarını aramayı denemiştir. Bu çok verimli temel düşünceyi Beyrûnî gibi çağdaşı İbni Sina’nın da uygulamayı düşünmüş olması ve ikisinin de başka başka yollardan aynı konu üzerine eğilmiş olmaları ayrıca ilgi çekicidir. Bu katkılarını uygulama alınana aktarma girişimleri sonucunda, İbni Sina mikrometrenin öncüsü sayılabilecek bazı tertipleri tasarlayıp kullanmış, Beyrûnî ise çapraz çizgiler usulüyle taksimatlandırma yöntemini uygulamıştır … Aletlerin boyutlarını büyütmeksizin hassaslıklarını artırma problemi astronomi rasatları çalışmalarında uzun yıllar önemini kaybetmeden devam etmiştir. Teleskopun icadından sonra da aynı problemin çözümü için çeşitli yollar aranmıştır. Özellikle on beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa’da örneklerine raslanan mikrometre ve verniyelerden bu maksatla yararlanılmaya çalışılmıştır.

“Verniye prensibine benzer bir hassaslık sağlama yolu çapraz çizgilerle taksimatlandırma usulüydü. Böylelikle, Beyrûnî Avrupa’da kullanılmış olan bu özel taksimatlandırma yönteminin bildiğimize göre tarihte ilk öncüsü olmuş oluyor.

“İlkin Beyrûnî’nin düşünüp tasarladığı bu yöntemden on altıncı yüzyıl sonlarında Tycho Brahe önemli ölçüde yararlanmıştır. Avrupa’da ilk kullanılışının on dördüncü yüzyılda Levi ben Gerson’a dek geri gittiği bilinmektedir. Öte yandan, Beyrûnî’nin Avrupa’ya tercüme yoluyla intikal etmiş nadir eserlerinden biri ve belki de tek eseri olan “Harezmi Ziycinin Temelleri” adlı kitabı on ikinci yüzyıl matematikçi ve tercümecilerinden Abraham ben Ezra’nın İbranice çevirisiyle Avrupa’ya tanıtılmıştır.

“Beyrûnî’nin büyük bir başarıyla ele alıp derinlemesine araştırdığı bir konu da coğrafyadır. İlkin onun matematiksel veya astronomik coğrafya alanındaki çalışmalarına bir göz atalım … Yerküresi boyutlarının ve çeşitli yerlerin coğrafi enlem ve boylamlarının belirlenmesi konusunda İslam dünyasında gerek teorik ve gerekse pratik düzeyde ilgi duyulmaktaydı. Çünkü gerek haritacılık açısından ve gerekse astronomi ve astrolojiye ilişkin olarak bu alandaki dakik ölçülere İslam dünyasında yeni ve sarih ihtiyaçlar doğmuştur. Daha özel olarak da, namazda kıbleye dönmek lüzumu bütün şehirlerin Mekke’ye nazaran coğrafi mevkilerinin tespitini gerektiriyordu. Namaz vakitleriyle Ramazanda iftar ve sahur zamanlarının bulunulan yerin coğrafi konum özelliklerine bağlı olarak farklılıklar göstermekte olması da bu çalışmaları kamçılayan önemli etmenler arasında yer almaktaydı …

“Beyrûnî boylam belirlenmesi için yeni bir metot da bulmuştur. Bu metot iki nokta arasındaki boylam farkını o iki nokta arasındaki mesafe ile enlem farkı bilgilerinden çıkarmaya dayanır. Beyrûnî boylam derecelerinin belirlenmesine ilişkin araştırmalarında bu yönteme de baş vurmuş ve boylam farkı bulunmak istenen iki yer arasındaki arazi düzlük olmadığı zaman dahi engebelerin ve yollardaki dönemeçlerin ayrıntılarıyla dikkate alınması halinde, uygulanması güç bu gibi durumlarda bile bu metodun verdiği sonuçların ay tutulmaları yoluyla elde edilen sonuçlardan daha az dakik olmadığını ileri sürmüştür.

“… Araştırmalarında âdeta bir alışkanlık ve olağan bir ihtiyat tedbiri haline getirdiği bu davranışlarıyla, Beyrûnî bir ortaçağ bilim adamından fazla bir on dokuzuncu yüzyıl laboratuar araştırıcısını andırmakta ve modern bilimsel çalışma metotlarının seçkin ve örnek bir öncüsü olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Beyrûnî tutulma düzlemi eğimini ve birçok şehirlerin coğrafi yerlerini belirlemek için hiçbir gayreti elden bırakmamıştır. Coğrafi konum belirleme çalışmalarının ilkini Harezm’de çok gençken yaptığını, yılını tam hatırlayamadığını, fakat bunun muhtemelen Hicri 380 (Miladi 990) yılına rastladığını söylüyor.

“Tahdîd’inde anlattığına göre, Beyrûnî takriben on arşın çapında bir yarımküre hazırlayarak bunun üzerine çeşitli ülkelerin coğrafyasına ilişkin bilgileri gerek mevcut kitaplardan ve gerekse kendi edebildiği verilere dayanarak işaretleyip yerleştirmiştir. Beyrûnî, kendi ifadesiyle, çok para ve gayret sarfıyla ve türlü yollardan yaptığı tesirler yardımıyla görgü tanıklarından çeşitli yerler ve şehirlerle aralarındaki mesafeler hakkında topladığı şifahi bilgileri dikkatle karşılaştırıp, gerekli eleştirme süzgeçlerinden geçirdikten sonra bu yarımküre üzerine bunları işlemiş ve bu yoldan da birçok yerlerin enlem ve boylamlarını çok pratik bir şekilde belirleme yoluna gitmiştir… Kendi söylediğine göre, bu yapıtın temeli Batlamyos coğrafyası ve Ceyhani gibi İslam coğrafyacılarının yazdığı Mesâlik ve Memâlik tipi coğrafya eserleriydi. Beyrûnî, bu eserlerde hazır bulduğu verileri dikkatle kontrol ve tashih etmekte ve bunlara kendi kişisel araştırmalarıyla tespit ettiğini yeni materyalı eklemekteydi.

“Bütün bunlarda Batlamyos’un coğrafya kitabı temelde yer almaktaydı. Batlamyos’tan intikal etme bilgi ve verilerin birçok hallerde toplanmış sözlü mesafe bilgilerine dayandığını, fakat bunların kaba ve takribi olmaları dolayısıyla birçok misallerde coğrafi yerlerin tahmininde Batlamyos’un yanılmış olduğunu, örneğin belli iki şehirden birbirlerine kıyasla Batlamyos’a göre batıda bulunanının aslında doğuda, doğuda bulunanının batıda çıktığını Beyrûnî aynı eserinde söz konusu ediyor.”

Birûnî’nin eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla bizzat gezip dolaştığı yerler Hindistan’ın bazı bölgeleri, Harezm, Afganistan, Taberistan ve Hazar’ın sahilinin belli yerleridir. Onun dışındaki bölgeler örneğin Avrupa ve o sıralar Asya’nın çok az tanınan yerleri, Malaya ve Cava yöreleri, keza Afrika, Okyanus ötesi ülkeler vs. ile ilgili aktardığı bilgilerin ya mesâlik ve memâlik eserlerine, ya da seyyahların, tacirlerin ve saraya gelen yabancı diplomatik heyetlerin anlattıklarına dayalı olduğunu; bunlarda yanılma payının veya yanlış bilgi aktarımının da söz konusu olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Özellikle bir ortaçağ yazarının kendisinden iki veya üç yüz yıl önce yazılmış bir mesâlik kitabında anlatılanları aynen nakletmesi halinde büyük hatalara düşmesi kaçınılmazdır. Örneğin yazarın faydalandığı eserde bir şehirden bahsedilirken “bugün bu şehirde….” şeklinde geçen kayıt genellikle aynen alınmakta, o da kendi eserinde “bugün bu şehirde..” diye bilgi vermektedir. Halbuki yazarın “bugünü” ile faydalandığı eserin “bugünü” arasında birkaç yüzyıllık zaman farkı vardır ve belki de yazar döneminde o şehir yerinde yoktur. Rus tarihçisi Bartold da buna özellikle dikkat çekmektedir.

Bununla birlikte Birûnî’nin bizzat gezip gördüğü yerlerin ve ana kucağı olan Harezm’in coğrafyası hakkında verdiği bilgiler son derece sağlam ve güvenilir bilgilerdir. Örneğin “Birûnî Ceyhun nehrinin yatağının değişmiş olduğunu Yunan kaynaklarından ve özellikle Batlamyos’tan derlediği bilgileri kendi çağındaki durumla karşılaştırarak tespit etmiştir.

“Beyrûnî’nin El-Asâru’l-Bâkiye’siyle Hindistan üzerine kaleme aldığı kitabı, eskimeyen ve değerlerini kaybetmeyen birer kaynak niteliğindedir. Hindistan konusunda, İslam dünyasında Beyrûnî’nin izinde yürüyen başka bir kimse yoktur. Kronoloji alanında da konuyu Beyrûnî kadar geniş kapsamlı tarzda ele alan olmamıştır … Oysa, Beyrûnî’nin Hindistan üzerindeki kitabı ve yine büyük ölçüde El-Asâru’l-Bâkiye’si, İslam dünyasında başka örnekleriyle pek karşılaşılmayan tipten yapıtlardır.”

Ömrünü neredeyse Birûnî’nin eserlerini incelemeye hasreden ve Birûnî’nin en büyük hayranlarından olan Alman müsteşrik Prof. E. Sachau “Onun İslam uygarlığı içinde bilim dünyasının tanıdığı en büyük zeka” olduğunu belirterek şöyle der: “Çünkü o Sanskritçeyi inceleme ve derinlemesine bilgi sahibi olmak için öğrenmiştir. Halbuki İslam alimleri - eğer Türk asıllı iseler - Arapça ve Farsça öğreniyorlardı. Örneğin İbni Sina Yunan bilimlerini şerh etmiştir, ama onların dillerini öğrenmemiş, yalnızca tercüme eserlere dayanmıştır.”

Sachau sözlerine devamla, Babil ve Mısır uygarlığının tarihini yazan Yunan alimi Herodot’un ve Birûnî’den dört yüz yıl önce Hindistan’ı geçen Çinli seyyah Huang Tsang’ın eserlerinin Birûnî’nin eserleriyle karşılaştırıldığında “çocuk masalı” gibi kaldığını; çünkü o ikisinin tıpkı gezginlerin yaptıkları gibi bilgisiz kişilerin verdikleri malumata dayandıklarını, Birûnî’ninse Hint dilini iyi bir şekilde öğrenip, Hint filozof, bilim adamı ve matematikçileriyle görüştüğünü ve onlarla bilgi alış verişinde bulunduğunu belirtmektedir.[20]Prof. Sachau yerden göğe kadar haklıdır. Örneğin çağdaşı ve kadirdânı İbni Sina, daha sonraları İmam Gazalî, çeşitli eserlerin Yunancadan veya İbranice yahut Sanskritçe ve Latinceden çevrilmesini beklerken, Birûnî o eserleri orijinal dillerinden tetkik etmekle meşguldü. Dolayısıyla bu tercümelere dayanmaktan başka çareleri olmayan bilim adamlarının, çevirinin yanlış olması halinde, yanılma payları bulunurken, Birûnî’nin böyle bir endişesi yoktu. Çünkü Harezmce, Farsça, Arapça, Sanskritçe, Süryanice ve Yunanca’yı öğrenmişti.[21]Kendisi de “El-Müsamere” adlı eserinde Harezmceye vakıf olduğuna işaret ederek, “…Yakub el-Cündi adında biri vardı. Şirret, tamahkâr ve hinoğlu hinin tekiydi. Sâmânîler döneminde elçi olarak Buhara’ya gönderilmişti. Bu adam, Harezmşah’tan kendisini elçi olarak göndermesini istedi.[22]O da onu elçi tayin etti. Ebû Sehl ve diğerleri bu işe şaşıp kaldılar ve Harezmşah’ı vazgeçirmeye çalıştılarsa da, faydası olmadı. Emîr, bu hilekâr adamın iç yüzünü görememişti. Gazne’ye varınca sultan adına hutbe okutulması meselesiyle diğer işlerin kendisi vasıtasıyla halledileceği ortaya çıkmıştı. Sultan Mahmud’a ve vezirine dökmedik dil bırakmadıysa da, her ikisi de onun söylediklerine itibar etmediler. Yakub el-Cündî görevini becermekten ümidini kesince Gazne’de kalıp Harezmşah’a Harezm lehçesiyle yazdığı bir mesaj gönderdi…Bu mektubun Sultan Mahmud’un eline nasıl geçtiğini bir türlü çözemedim. Üç yıl sonra Sultan Mahmud Harezm’i ele geçirmişti. Yazışmalara ve Divan-ı Resâil işlerine ben bakıyordum. Bana mektubu tercüme etmemi emretti. Çeviriyi yapınca öfkeden küplere bindi ve El-Cündî’nin darağacına asılıp taşlanarak öldürülmesini emretti.”[23]Bu metinden hem Birûnî’nin Harezmceyi bildiği, hem de Sultan Mahmud’un bu lehçeyi anlamadığı ortaya çıkmaktadır.

“Beyrûnî değerli taşlar ve mineraller üzerine yazdığı Kitabu’l Cemahîr fî Ma’rifeti’l-Cevâhir ve şifalı bitkiler üzerine kaleme aldığı Kitabu’s-Saydene’sinde[24]de çeşitli dil ve lehçelerde konusuna ilişkin terimlere değinmekten geri kalmamaktadır. Bu kitapların her ikisi de konularında İslam dünyasında yazılan en kalburüstü eserler arasında yer almaktadır.”

Özgül ağırlıkların bulunmasıyla ilgili ilk çalışma örneğini Beyrûnî’de görmekteyiz. Eğer rivayet doğruysa, Birûnî’nin özgül ağırlıkların varlığını keşfetmesi tamamıyla bir tesadüf eseridir. Harezm’in fethinden sonra Gazneli Mahmud tarafından “rafızî ve Karmatî olduğu suçlaması”yla hapse atıldığı günlerde, Birûnî bir gün hücresinin tavanında bulunan küçük ışık penceresinin üzerine konan bir güvercinin ayağının itmesiyle düşen taşın tam abdest almak için kullandığı suyla dolu sürahinin içine düştüğünü ve yere taşın cirmi kadar su taştığını görür. İşte o an Birûnî’nin kafasında bir şimşek çakar ve taşın düşmesiyle birlikte ibrikten dışarı taşan suyun, o taşın özgül ağırlığı olabileceğini keşfeder. Hapisten çıktıktan sonra bir alet yaptırarak üzerine bazı çizgiler çekip derecelendirir ve rakamlar yazar. İşte özgül ağırlıkların bulunması hikayesi böyle başlar.

“Beyrûnî bu deneylerinde şimdiki piknometrenin ilkel ve en eski örneği olarak kabul edebileceğimiz ve Beyrûnî’nin “konik alet” diye adlandırdığı güğüme benzer bir kap kullanıyor. Bu alet, gövdesi aşağıya doğru genişleyen ve düz bir boynu olan, boynunun alt kısmına yakın bir yerinde de aşağıya doğru kıvrık bir taşırma borusu bulunan bir kaptır. Kabın gövdesine ve taşırma borusunun altına rastlayan bir yerine özel bir terazinin kefesinin dayanıp duracağı kasnak şeklinde bir yuva ilave edilmiştir. Belli ağırlıktaki cisimler suya daldırılınca bunların hacimlerine eşit hacimde su terazi kefesine yerleştirilmiş bir kaba taşıyor, bu yoldan suyun ağırlığı belirleniyor, cismin ve taşırdığı suyun ağırlıkları bilinince de bu yoldan cismin özgül ağırlığı bulunmuş oluyordu.

“… Beyrûnî, sekizi maden ve geri kalanlarının çoğu değerli taşlardan olmak üzere yirmi üç katı maddenin özgül ağırlıklarını bu yoldan tespit etmiş, ayrıca, altı sıvı maddenin de özgül ağırlıklarını belirlemiştir. Elde ettiği değerler modern değerlere çok yakındır. Ayrıca, Beyrûnî sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını da de tespit etmiş, aralarında 0,025 oranında bir fark bulunduğu sonucuna varmıştır.

“Beyrûnî’nin tespit ettiği özgül ağırlık değerleri hakkında daha sarih bir fikir verebilmek için aşağıdaki tabloda bu değerlerle ilgili modern değerler karşılaştırılmıştır:

Beyrûnî’nin bulduğu değerler Modern değerler

----------------------------------------------- --------------------

(altın esas alınarak) civa esas alınarak)

altın 19,26 19,05 19,26

civa 13,74 13,59 13,59

bakır 8,92 8,83 8,85

pirinç 8,67 8,58 8,4 (yaklaşık değer)

demir 7,82 7,74 7,79

kalay 7,22 7,15 7,29

kurşun 11,40 11,29 11,35

(zümrüt esaslı ) (kuarts esaslı)

safir 3,91 3,76 3,90

yakut 3,75 3,60 3,52

zümrüt 2,73 2,62 2,73

inci 2,73 2,62 2,75

kuartz 2,53 (2,58) 2,58”

Aydın Sayılı’dan belli atlamalarla ve araya girmelerle yaptığımız alıntılar burada bitiyor. Sayılı, Birûnî’nin Arapçasında bazı garabetlerin arada bir bulunduğu muhtelif vesilelerle söylenmiştir; mamafih bu konuda kesin kanıtlar ve somut örnekler gösterilmiş değildir derse de, kendisi Birûnî’nin eserlerini muhtemelen Sachau’un çevirilerinden takip ettiği için elbette onun Arapçasındaki garaibatı tespit edebilecek durumda değildi. Bu konuda birçok örnekler verebilecek durumda isek de, değmez. Çünkü sonuçta Birûnî’nin ne demek istediği zor da olsa anlaşılmaktadır.

Dünya Neden Yuvarlaktır?

(El-Kanûn el-Mes’udi’den)

Dünyanın boylam ve enlem arasındaki yayı, belirttiğimiz kentlerdeki en uzun günler vasıtasıyla saptayabiliyoruz. Örneğin, en kuzeydeki yerlerden biri olan Bulgar ile bunun çok güneyinde kalan Aden’i ele alalım. Aden’de ve Aden çevresinde en uzun günün süresi on iki saatten biraz fazladır. Bulgar’da ise bu süre on yedi saatten biraz azdır. Bu iki kentte Güneş’in doğma ve batma saatleri arasında da iki saatlik fark vardır. Bunun sonucu olarak Aden’de Güneş ışırken, Bulgar’da gökyüzünde iki saatlik yol almış oluyordu. Böylece yazın Bulgar’da gün doğuşu veya batışı yönüne bakan bir gözlemci, gökyüzünün o büyüklüğe eş boyutta bir parçasını görürken, göğün en büyüklükte bir kısmı Aden’den görünmüyor. Çünkü burası, kutbun altında bir dairede yer almaktadır. Aynı şekilde kışın da gökyüzünün gün doğuşu veya batışında görülen aynı büyüklükte bir parçası Bulgar’da görünmezden Aden’de görülüyor.

Demek ki, dünya üzerinde enlem doğrultusunda çizilen bir hat yani bir meridyen, ya düz, ya içbükey ya da dışbükey olmalı.

Gelelim bunun düz bir çizgi olma olasılığına.. Olgular böyle bir varsayımı yalanlıyor. Yani dünyanın yüzeyi bu yönde düz olamaz. Meridyenin içbükey olması için de kutbun yükseltisinin yani orada sürekli olarak görülen yıldızların sayısının, gözlemci kuzeye doğru ilerledikçe azalması gerekir. Oysa aslında tam tersi oluyor. Yıldızların sayısı kuzeye doğru ilerledikçe artıyor. Bu da meridyenin dışbükey olduğunu, dünyanın da o yönde kavislendiğini, yani o yönde yuvarlak olduğunu gösterir. Eğer hem enlem hem de boylam yönünde aynı şey geçerliyse, o zaman dünyanın düzeyi bir küre şeklinde demektir.

İstediğince yüksek olsun, dağlar da bu şekli bozmaz. Çünkü bütünle karşılaştırıldığı zaman bunlar çok küçük kalır ve ancak yüzeyin düzgünlüğünü bozan kırışıklıklar görünümündedirler. Ne var ki, bütün yuvarlaklığını değiştirmezler.

Eğer gözlemci hâlâ bazı kuşkulara kapılıyorsa ve bu kavislenmenin ancak dünyanın insanlarla kaplı kısımları için geçerli olduğu, fakat öteki kısımlarında böyle bir duruma rastlanmayacağı görüşünde ise, düşüncemizi doğrulamak için başka bir gerçeğe, yani dünyanın gölgesine dönelim.. Bir cisim yuvarlaksa, gölgesi de yuvarlaktır. Üçgenin gölgesi de üçgen, kareyse kare, boyu eninden uzunsa, gölgesinin de boyu eninden uzundur. Kısacası bir cismin biçimi nasılsa, gölgesinin biçimi de öyledir.

Bir cismin gölgesinin aya vurduğunu gördüğümüzde, kenarlarının yuvarlık olduğunu fark ediyoruz. Özellikle tutulmanın en belirgin olduğu noktaya yaklaşırken, gölgesi vuran cismin çevresini ve yuvarlaklığını tam olarak seçtiğimizde, bunun farkına varırız.. Bu gibi kesişme çizgileri çok sayıda olduğu, bunların sayıları gözlem sayılarına uyduğu ve hepsi de dünyanın değişik kısımlarına ilişkin olduğu halde, hepsinin bu özellikle yani Ay üzerine yuvarlak bir gölge düşürmekte birleştikleri göz önüne alınınca, dünyanın şekli üzerinde kuşkuya yer bırakmayan bir sonuca varır ve dünyamızın her yandan yuvarlak olduğunu anlarız.[25]

Beyhakî’nin Birûnî hakkında yazdıkları

Gazneli devleti resmi tarihçisi Ebu’l Fazl El-Beyhakî, “Tarihu’l-Beyhakî” adlı eserinde şöyle anlatır:

“Ben bu kitabı bizzat gördüklerime veya güvenilir kaynaklardan duyduklarıma dayanarak yazdım. Belirtmeliyim ki, çok uzun zaman önce Üstad Ebû Reyhan’ın kendi eliyle yazdığı bir eserini görmüştüm. Kendisi edep ve fazilet konusunda emsalsiz bir insandır. Felsefe ve geometri konusunda eşsizdir. Asla söylentilere dayanarak yazmamıştır.

“Harezm hükümdarları tarihini yazmaya iki Me’mun’la başlamayı doğru buldum. Zaten Ebû Reyhan’ın bu iki hükümdarın devletlerinin yıkılmasına, Sultan Mahmud’un onlara galip gelmesine yol açan sebeplerle ilgili notlarını biliyordum.

“Ebû Reyhan “El-Müsamere fî Ahbâr Havarizm” adlı eserinde şöyle der: Harezmşah Ebu’l Abbas El-Me’mûn b. El-Me’mûn bu ailenin son prensiydi. Onun ölümüyle birlikte Me’munîlerin devleti de çöktü. Faziletli, gayretli, tedbirde uzak görüşlü biriydi. Üstün ahlakla donatılmıştı; ama çirkin huyları da yok değildi… Onun en büyük fazileti diline sahip olmasıydı. Ağzından küfür ve kötü söz çıkmaz; asılsız söz etmezdi. Ebû Reyhan olarak ben onu yedi yıl hizmet ettim. Ağzından kötü bir söz çıktığını duymadım. Çok sinirlendiği zaman en fazla “Köpek!” derdi. Sultan Mahmud’la aralarında sağlam bir dostluk ve anlaşma vardı…Harezmşah bir noktaya kadar halim selim biriydi. Bir gün oturmuş içiyor ve ud dinliyordu. Edebe çok dikkat ederdi ve zaten kendisi de çok faziletli ve edepli biriydi. Huzurunda ben ve Sahharî adında bir kişi daha vardı. Bu adam ahlaklı, edîb biriydi. Güzel rivayetler anlatırdı, ama hayası biraz kıttı. Kendisine fazilet verilmesine rağmen, nefis edebinden mahrumdu.. Bu Sahharî elinde şarap kadehini tutar ve sarayın kapısı önündeki atlar kişnediğinde bir yudum alırdı. Atlardan birisi çok güçlü bir sesle yellendi. Harezmşah latife olsun diye “Şarabın içine etti!” dedi. Sahharî, edepsizlik ve terbiyesizlik yaparak kadehi attı. Korktum ve Harezmşah’ın onun boynunu vurduracağını zannettim. Ama o böyle bir şey yapmadı ve aksine güldü.”

Ebû Reyhan şöyle anlattı: “Harezmşah bir gün atına binmişti ve sarhoştu. Odama yaklaştı ve beni dışarı çağırttı. Ben biraz gecikince, atını hızla sürüp odamın önüne geldi. Atından inmek istiyordu. Yeri öptüm ve içeri girmesin diye büyük yeminler ettim; fakat o şöyle dedi: “İlim, en şerefli hükümdarlıktır. Bütün insanlar ona gelir; o kimseye gitmez!” Sonra sözünü şöyle sürdürdü: “Eğer protokol gelenekleri olmasaydı seni çağırtmazdım. Çünkü ilim yüksektir, onun üstüne çıkılmaz.” “Emirulmü’minin Mutazıd’ın Hayatı” adlı kitapta okuduğuma göre, bir gün kendisi bahçede dolaşırken Sabit bir Kurra da onun elini tutup birlikte yürüyormuş. Birden elini çekmiş. Sabit ‘Elinizi neden çektiniz ey mü’minlerin emîri?’ diye sorunca şu cevabı vermiş: ‘Benim elim senin elinin üzerindeydi. İlim yukarıda durur, onun üstüne çıkılmaz!” Sanırım kendisi bu kitabı okumuştu.”[26]

Birûnî üçüncü büyük eseri El-Kanun el-Mes’udî’yi tamamladıktan sonra, çok süslü sözlerle Sultan Mes’ud’a ithaf etti. Mes’ud üstada bir fil yükü[27]gümüş para armağan etti. Fakat Birûnî bu armağanı geri çevirdi ve “Bu armağan beni baştan çıkarır, bilimden uzaklaştırır. Bilge kişi ise gümüşün hemen harcanıp bittiğini, oysa bilimin kalıcı olduğunu bilir. Bilimin sürekli zenginliğini, gümüşün kısa ömürlü bayağı pırıltısına hiçbir zaman değişmem.”[28]

Öğrencisi İçin Kendini Feda Eden Adam

Rivayete göre Gazneli Mahmud Harezm’i basıp alınca Birûnî’yi ve üstadı Abdussamed el-Evvel b. Abdussamed el-Hakim’i yakalayarak, Karmetîlik ve râfızilikle suçlar. Sonra her ikisini de Gazne’ye getirip hapseder. Birûnî elinizdeki kitapta da iki yerde bahsettiği gibi vaktiyle Mukanna’nın taraftarları olan “Beyaz Elbiseliler” ve “Karmatiler”i anlattığı bir kitap yazmıştı. Karmatîlikle suçlanmasının sebebi de muhtemelen bu eseridir. İşte üstadı ve talebesi hapishane hücresindeyken, üstadı ona “Ebu Reyhan! Sen henüz gençsin, bense yaşlandım. O risaleyi sen değil, ben yazdım. Ben yazdım ve senin adını koydum. Sen değil, ben! Anlaşıldı mı?” der. Birûnî bunu kabul etmek istemezse de, hocası çok fazla ısrar eder ve böylece talebesini kurtarmak için suçu üzerine alır. Sonunda Abdussamed el-Evvel idam edilirken, Birûnî affedilir.

Son Nefeste Dahi

Yakut el-Hamavî’den naklederek devam edelim:

“Dilbilimci Kadı Kesîr b. Yakub el-Bağdadî, Velvalicli[29]Ebu’l Hasan Ali b. İsâ’dan naklen şöyle anlattı: Ebû Reyhan’ın odasına girdim. Tek başınaydı ve hastalığı şiddetlenmiş, nefes alıp vermesi güçleşmişti. Bu haldeyken bile bana “Cedde-i fasidelerin[30]hesabıyla ilgili olarak bana bir defasında ne anlatmıştın?” dedi. Kendisine acıyarak “Bu durumdayken mi soruyorsun?” dedim. Bana “Bre adam” dedi, “Dünya ile vedalaşıyorum ve bu meseleyi öğreneceğim. Onu öğrenmeden mi gideyim istiyorsun?”[31]Ben de kendisine bunların kimler olduğunu tek tek saydım. Ezberledi ve bana da vaat etmiş olduğu şeyi öğretti. Odasından çıktım, henüz fazla uzaklaşmadan arkamdan acı bir inilti işittim.”[32]

İşte Birûnî, böyle bir ilim âşığı, kanmak nedir bilmeyen, ilme susamış bir kişi idi. Dünyada kaç insan vardır ki, son nefesini verirken dahi, “onu öğrenmeden mi gideyim?” der ki?

Birûnî İçin Söylenenler

Ebu’l Fazl elBeyhakî:

- Kendisi edep ve fazilet konusunda emsalsiz bir insandır. Felsefe ve geometri konusunda eşsizdir. Asla söylentilere dayanarak yazmamıştır.

Ebu’l Farac:

- Çağdaşları arasında da ondan sonra gelenler içinde de, astronomiyi ana ilkelerinden en ufak ayrıntılarına dek böylesine iyi bilen başka bir tek kişi çıkmadı.

Muhammed b. Mahmud en-Nisaburî:

- Matematikte rakiplerinin atının yularına bile yetişemeyecekleri kadar açık ara önde idi.

Dr. E. Sachau:

- Tarihin tanıdığı en büyük zeka. Bir Müslüman olarak Şia’ya meyyaldi, ama mutaassıp değildi. Ölmek üzere olan Zerdüştizm ve Zerdüştî gelenekler hakkında bize aktardıkları için Birûnî’ye teşekkür ederiz.

George Sarton:

- O, bir gezgin, bir filozof, matematikçi, gökbilimci, coğrafyacı ve ansiklopedistti. Hem büyük İslam âlimlerinin en büyüğü, hem de dünya alimlerinin en büyüklerindendi.

Z. Velidi Togan:

- Ona daima “üstad” derlerdi.

Lutfi Hermi:

- Prof. Sachau kadar bir hayranlık içerisinde olmasam da, ben de diğerleri gibi, onun son derece müstesna bir insan ve zamanının ötesinde olduğunu hemen kabul ederim.

Jacques Boilot:

- Gerçekte çağının çok ilerisinde olan El-Birûnî, karşılıklı anlaşmanın ve Doğu ile Batı arasında verimli bir kültür alışverişinin bir öncüsüdür.

Babacan Gafurov:

- Birçok ülke ona sahip çıkmaya uğraşır. Ancak, Orta Asya’nın en parlak uygarlıklarından biri olan Harezm’in yetiştirdiği bu bilim adamı, tüm uluslarla çağların malıdır.

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı:

- Beyrûnî, insanı insan olarak yücelten ve onun en soylu yönünü bütün parlaklığı ile yansıtıp dile getiren örnek bir düşünür, özgür kafalı bir araştırıcı ve insanın en güzel anlamıyla yapıcı yönünü anıtlaştıran bir bilim adamıdır.

Franz Rosenthal:

- Kendi zamanında ve mekanında, kendinden önce ve sonra, birçok bilim adamı arkadaşlarının görmekte ve yararlanmakta başarı gösteremedikleri birçok şeylerin o farkına varmıştı.

D. Ahsen Batur

[1]Şimdiki Şahabbas Veli.

[2]Bilindiği gibi Kur’an’da Ebû Leheb’in karısının cehennemde kocasının ateşi için odun taşıyacağı anlatılır. Birûnî de annesinin ne iş yaptığını anlatmak için böyle bir benzetmeyi tercih etmiş, ama elbette iyi bir benzetme değil.

[3]Abdulkerim S. El-Cundi, “Tercümetü’l-Birûnî”, El-Kanun el-Mesudî’nin baş kısmında, s. 11.

[4]Aydın Sayılı, Doğumunun 1000. Yılında Beyrûnî, Beyrûnî’ye Armağan, TTK, 1974, Ankara, s. 5.

[5]Nitekim Birûnî eserlerinde zaman zaman hayatının bazı kesitlerini anlatırken buna işaret etmekte ve “Irak ailesi beni sütleriyle besledi. Mansur da beni yetiştirme görevini üzerine aldı” ve “Günlerimin çoğu bana verilen armağanlar ve tanınan ayrıcalıklarla renkleniyordu” demektedir.

[6]Bu roman D. Ahsen Batur tarafından Çağatay Türkçesinden (Özbek lehçesinden) Türkiye Türkçesine aktarılmış, üçüncü baskıdan sonra dördüncü baskısı İleri Yayınları’nca “İbni Sina” adıyla yeniden yayınlanmıştır.

[7]Örneğin Türk kelimesinden adeta nefret eden Faik Bulut “Horasan Kimin Yurdu” adlı eserinde, sanki Minorsky’nin her sözü peygamber sözüymüş ve doğruymuş gibi “Soğdca, Türkçenin tesirinde kalmış İrani lehçedir; ünlü İslam alimlerinden el-Birûnî’nin anadilidir” sözüne sarılmakta ve şöyle devam etmektedir: “Maveraünnehir’in yukarı havzasındaki Harezm ülkesinde yaşayan bu halk hakkında, ünlü İslam bilgesi el Birûnî “Ayrı dilleri olup, Harizmceyi 13. yüzyıla kadar koruyabildiler. Harizmlilerin bu diyara ne zaman yerleştikleri belli değildir. Ancak bu kavim İran ağacının dallarından biridir. Türklerle yakın ilişkileri vardır” diyor” dedikten sonra bir de kaynak gösteriyor: Bkz. El Birûnî, El-Asâr’ül Bakiye, s. 47.

Bu şahsın Birûnîi’nin eserinin sayfasını dahi vererek naklettiği alıntıda “Bu kavim İran ağacının dallarından biridir” cümlesinin dışındakilerin tamamı kendi uydurmasıdır ve metnin orijinalinde böyle bir şey yoktur. Çünkü metnin orijinali şu şekilde: “Harezmlilere gelince, her ne kadar büyük Pers ağacının bir dalı iseler de, yılın başlangıcı ve ilave beş günün dağıtımı konusunda Soğdiyanları taklit etmektedirler. Harezmlilerin kullandıkları ay isimleri şunlar..” Ama kendi kafasından uydurma kısımların en korkunç tarafı ise Birûnî’ye ağzından gelecek konusunda bir kehanette bulunmasıdır. Birûnî 1048’de öldüğüne göre nasıl olurda eski Harezmce’nin 13. Yüzyıla kadar varlığını koruduğunu söyleyebilir. Acaba diyorum, Birûnî birkaç asır sonra mezarından kalkıp kitabına ilave yaptı da, bu nüsha da yalnızca Faik Bulut’un elinde mi bulunuyor? Böyle bir durumda onun Minorsky’nin ağzından aktardığı sözün doğruluğuna nasıl inanalım? Bu ve benzeri kişilerin söyledikleri, nasıl olsa Türkiye’de herkes aptal, kimse benim söylediğimin doğru olup olmadığını tahkik etmez, kimse kitabın orijinaline bakıp da yalan söyleyip söylemediğimi, uydurup uydurmadığımı ortaya çıkarmaz diye düşünmenin mahsulüdür. Bir Türk bilginini başka bir halka intisap ettirmek için bile olmadık sahtekârlık yoluna başvuran insanların, hele bir de Kürt olmayan birini Kürtlere intisap ettirmek için neler yapabileceklerini okuyucu kendisi takdir etsin. Etnik kin, bu insanların gözünü karartmış, akıllarını başlarından almış galiba.

[8]Z.V. Togan, İA., Birûnî maddesi, 2/636.

[9]Age., 665.

[10]Sachau, The History of Ancient Nations, s. xxvıı.

[11]Togan, agm., İA, 2/635.

[12]Sayılı, agm., s. 6.

[13]El-Kanun el-Mesudî’nin giriş kısmına atfen, I/17.

[14]Sachau, The History, vı.

[15]Aydın Sayılı, agm., s. 8.

[16]Yakut el-Hamevî, Mûcem el-Udebâ, 5/122-130, El-Kanun el-Mesudî’nin mukaddeme kısmına atfen.

[17]Bilim ve Ütopya, Eylül 2000, s. 75, s. 16.

[18]Aydın Sayılı, agm., s. 8-9.

[19]İmla ve üsluba dokunulmamıştır. Ayrıca zaman zaman atlamalar yapılmıştır.

[20]El-Kanun el-Mesudî’nin giriş kısmına atfen, I/12.

[21]Aynı yerde.

[22]Harezmşah’la Gazneli Mahmud’un arasının açıldığı sırada, tarafları uzlaştırması amacıyla Gazne’ye elçi gönderilmesinden söz edilmektedir.

[23]Tarihu’l-Beyhakî, Beyrut, 1982, s. 738.

[24]Bugünkü Arapçada saydene bu anlamıyla kullanılmakla birlikte, kelime zamanla saydala şeklini almıştır ki, günümüzde Arap ülkelerinde saydala ‘eczane’ anlamındadır.

[25]Bilim ve Ütopya, Eylül 2000, s. 75’den alınmıştır.

[26]Ebu’l Fazl el-Beyhakî, Tarihu’l Beyhakî, 735-736.

[27]Dairetü’l Maarif el-Arabiyye’de “üç deve yükü” şeklinde. (4/403)

[28]Babacan Gafurov, “Bin Yıl Önce Orta Asya’da Yaşayan Evrensel Bir Deha”, Bilim ve Ütopya Eylül 2000, s. 10.

[29]Velvalic, Toharistan’da bir şehir adı.

[30]Metinde “ceddât el-fâside” yani ana tarafından araya dede girmeyen nine ve onun evlatlarının ölen kişinin terekesinden miras alma hakkı olmayanlar. Fetevay-ı Hindiye’de sekiz grup olarak gösterilir.

[31]“Hangisi daha iyi? Öğrenmeden ölmem mi, öğrenip de ölmem mi?” şeklinde de geçen metinler vardır.

[32]Yakut, Mûcemu’l Udebâ, El-Kanun el-Mesudî’nin baş kısmına atfen.